Şunu en baştan kabul edelim: İnsanlar eşit yaratılmamıştır. Tıpkı fiziksel farklar gibi zekâ, vicdan ve diğer duygusal özellikleri de birbirinden farklıdır.
Her insanın içinde, her duygudan eser miktarda bulunur. Hepimiz biraz romantik, biraz âşık, biraz tembel, biraz çalışkan, biraz öfkeli, biraz vurdumduymaz, biraz serseri, biraz heyecanlıyız özümüzde.
Bu duygular, kişinin kendi vicdanı, yetişme ortamı, karıştığı kültürler gibi etkenler sayesinde törpülenir veya sivrilir. Bu iniş çıkışların birey ve toplum için tehlikeli sonuçlara ulaşması, dini kurallar ve devlet kanunlarıyla engellenir.
Eğer bir toplum dini temellerinden uzaklaşmışsa, bazı doğruları kanun zoruyla yapar. Ancak kanunlar ve devlet otoritesi de zayıfsa hırsıza, arsıza, vicdansıza gün doğar. Çünkü korkacağı bir şey kalmamıştır.
İşte böylesi dönemlerde halk kendi adaletini tesis etmeye başlar. Devletin görmezden geldiği kanunsuzlar, acı çektirdikleri kişiler tarafından cezalandırılır. Ve işler çığırından çıkmaya başlar.
Bugün geldiğimiz nokta aynen budur. Marquis de Sade, “cezalandırılmamış ilk suçtan daha cesaret verici bir şey yoktur,” der. Çevrenize bir bakın. O ilk şerefsizler ortalıkta gezdiği için namussuzların sayısı bu kadar artıyor.
Çözüm idam mı? Bilemem. Türkiye’de adalet mekanizması o kadar hantal ve hatalı çalışıyor ki, idam cezasının gelmesi durumunda kurunun yanında çok yaş da yanar.
O nedenle bu ülkede adalet sistemi acilen düzeltilmezse, sonumuz çok daha kötü olacak. Adaletin güneşi bir kez batarsa bir daha doğması çok uzun sürer.
Temmuz 2018, Bergama, İzmir