Çok değil, bundan beş sene önce depoyu doldurmadan, ışık yanarak Hamzabeyli sınır kapısından çıkar, Bulgaristan’daki ilk benzinlikte dururdum.
Hamzabeyli’nin karşısındaki kapı Lesovo. Kapıdan geçince birkaç km ileride bir Lukoil istasyonu var. Güzeldir o Lukoil. Çevresi bol ağaçlı, gölgelikli, minik ve keyifli bir istasyondur. Yola çıkıyor olmanın verdiği o müthiş özgürlük duygusuyla depoyu doldurur, kahvemi içer, kruvasanımı yer, haritayı önüme açıp rotamı çizer, bir karton sigara alıp yoluma devam ederdim.
Avusturya’nın Hallstatt maceraları, İsviçre’nin Alp rotaları, Norveç’in Nordkapp heyecanı, ihracat için ciro hedefleri, gidilecek ülkelerde yapılacak görüşmelerin randevuları hep o Lukoil’in sabah serinliğinde düşen çiğle ıslanmış masalarında planlandı.
Ucuzdu her şey. Türkiye’ye giriş yapmış bir İngiliz edasıyla özgürce alışveriş yapar, hesap kitapla uğraşmazdım.
Sonra bir şeyler oldu. Lira düştü, leva çıktı. Dış mihraklar dolarla oynuyor sanıyorduk ve kendi paramızın değersizleştiğini bir türlü anlamıyorduk.
Türk Lirası karşısında sadece dolar ve euro değil, gariban Ukrayna’nın grivnası, şopar Bulgaristan’ın levası, Romanya’nın leyi bile uçup gidiyordu oysa. Dolar lira karşısında yükselmiyor, lira tüm dövizler karşısında değer kaybediyordu.
Biz yine de diğer para birimlerine bakmıyor, tüm dikkatimizi dolara yöneltiyorduk. Dış mihraklardan, ekonomik savaşlardan bahsediyorduk.
Zaman geçti, bugünlere geldik. Artık birkaç yıl öncesinin ucuz Balkan ülkeleri bile sıradan Türk vatandaşları için pahalı ülkeler sınıfında.
İhracat yapanlar için sorun değil, olumlu yanları bile var. Ancak alım gücü hızla düşen Türkiye için işler çok zor.
İhracat dedik, markalaşma dedik, katma değer dedik, döviz girdisi dedik. Ama canım ülkem ihracatı Avrupa markalarına fason üretim yapmaktan, döviz girdisini otellere turist doldurmaktan ibaret sandı.
Bulgar levası 4.35 TL. Ekonomi şahlanıyor.
Ağustos 2020, Tekirdağ