Hiç eskimeyen bir geyik vardır ülkemizde. “Türkler zeki ama kafa hep üçkâğıda çalışıyor hacı,” deriz. Bununla içten içe övündüğümüzü bile düşünüyorum. Almanya’da devleti kandırmaya çalışan gurbetçilerin, ABD’de tüketici haklarını kötüye kullanarak mağazaları mağdur eden sözümona zeki adamların hikâyeleri anlatılır durur.
Toplum olarak yalancıyız. Ve bizi yalan söylemeye devletimiz alıştırdı.
Milletlerin zekâ düzeyleri hakkında herhangi bir araştırma okumadım, bilmiyorum. Şu millet bu millete göre daha zekidir, en akıllı millet şudur gibi bir araştırma sonucu yok elimde. Bilim adamlarının böyle bir çalışma yapıp yapmadığını da bilmiyorum. Elimizdeki tek done Atatürk’e ait; Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir!
Orayt! Atatürk bir şey söylediyse bilim adamları aksini ispat edemezler zaten. CERN akıllı olsun!
Çalışkan ve zeki millet isek, neden hala yerimizde sayıyoruz? “Çünkü Tayyip var, gemicik, türban, AKP çok rerörerö” demeyin uçan tekme atasım geliyor. CHP’sini de gördük, DSP’sini de, ANAP’ını da. Bir şey değişmedi. ANAP döneminde Acarlar Beykoz’a el koydu, DSP döneminde Hüsamettin Özkan Ömerli’ye el koydu, AKP döneminde de birileri gemicik falan aldı, her gelen kendi küpünü doldurdu, ne bekliyordunuz?
Konu o değil. Kendimize bakalım. Devlet kafasına göre takılsın, siktir et orasını. Sen ne yapıyorsun birey olarak, olayın ne?
Toplumun tamamı yalan söylüyor. Çünkü devlet, halkından yalan söylemesini istiyor. Cadının karşısındaki aynayız biz. Ne kadar yalan söylersek o kadar rahatlıyor devlet, ne kadar rahatlarsa o kadar batağa gömülüyor.
Okul yıllarından itibaren başlıyoruz yalana. Önce okul yönetimini kandırmaya başlıyoruz lise son sınıfa geldiğimizde. Yıllık 20 gün olan mazeret iznine raporlar ekliyoruz. ÖSS’ye hazırlanıyoruz çünkü dershanede etütler var, hazırlık sınavları var. Doktordan aldığımız raporun kolpa olduğunu okul yönetimi biliyor ama hepimiz aynı şeyi yaptığımız için görmezden geliyor.
Üniversiteye başlıyoruz, yalanlar devam ediyor. Üniversite bitene kadar devletle fazla muhatap olmaz zaten toplumun çoğunluğu.
Üniversite bitti. Geldi mi kapına askerlik yoklaması! Kıvırmaya başlıyoruz. Son sınıfta okulu uzatıyoruz, master yapmanın yolunu arıyoruz, yurtdışına çıkıp bir süre çalışarak bedelli askerlikten yararlanma planları yapıyoruz.
Okulla uğraşacak kadar zeki değiliz diyelim. O zaman işi iyice pisliğe vuruyoruz. Mahallemizin karakoluna rüşvet veriyoruz, karakol resmi yoklamalarda bizi bulamadığını bildiriyor devlete. GBT’de asker kaçağı olduğumuz belli olmuyor, yurtdışına bile gidip gelebiliyoruz.
Şişman bir insan olabiliriz pekâlâ. O zaman dayıyoruz Kortison’ları, hepten şişiyoruz. Askerlik muayenesine gidiyor, şişmanlığımız sayesinde çürük raporu alıyoruz. Birkaç sene şişman gezmek zorundayız ama olsun, bir sene kamuflajla gezmekten iyidir.
Yalan dolan!
Devlet biliyor bunları. Salak değil.
Bir şekilde askerlik işini hallettik. İş yaşamına atılıyoruz. Haydi, şirket kuralım!
Şirketimizin yerini belirliyor, bir ofis kiralıyoruz. Önce mal sahibiyle anlaşıp çift kontrat yapıyoruz. Kiramız 2.000 TL diyelim, biz konrata 600 TL yazdırıyoruz. Böylece mal sahibi emlak vergisini, biz de stopajı düşük ödüyoruz.
Ofisi açarken içine birkaç kıytırık demirbaş koyuyoruz. Vergi dairesinden demirbaş sayımına gelen memura biraz ikramda bulunuyoruz, o da bizim iki masa bir laptopla çalışan bir ithalat şirketi olduğumuza inanmış görünüyor. Kontrolden sonra kamyonu çağırıyoruz, mobilyaları, teknik ekipmanı getirip baştan aşağı döşüyoruz ofisimizi.
Yalan dolan!
İş yapmaya başladık, personel çalışıyor. Devlet personelin maaşını bankaya yatırmamızı şart koşuyor SSK takibini yapabilmek için. Biz ne yapıyoruz? 2.000 TL maaşla çalışan personel için bankaya 600 TL yatırıp, kalan 1.400 TL’yi personelin eline veriyoruz. Bu sayede sigorta primini gerçek maaştan yatırmamıza gerek kalmıyor.
Peki ya getir götür işi yapan personel? Onlara sigorta bile yapmıyoruz. Şirketimizde 16 kişi çalışıyor ama 6 kişi için SSK ödüyoruz, onu da asgari ücretten ödüyoruz. Of ne güzel ne güzel.
Mal alıyoruz, faturasız. Mal satıyoruz, faturasız. Kazanç yine yetersiz geliyor. Evimize aldığımız buzdolabını şirkete almış gibi gösteriyoruz. Düşüyoruz vergiden. Zaten devlet bize olan KDV borcunu ödemiyor, o zaman mümkün olduğunca biz devleti borçlandıralım ki bize fazla girmesin. Devlet defter-i kebiri inceleyeceği zaman başlıyoruz eş dosttan fatura toplamaya.
Yalan dolan!
Devlet bunları bilmeyecek kadar salak mı? Değil. Ancak devlet, vergilerini veren bir şirketin ayakta duramayacağını bilecek kadar zeki bir oluşum. Yapın hesabınızı, 20 kişi çalıştıran bir reklâm ajansı olsanız, tüm vergilerinizi tam olarak ve zamanında verseniz, para kazanma ihtimaliniz var mı?
Yok!
Bağdat Caddesi’ndeki iş yerlerinin stopaj raporları vardır vergi dairesinde. Açıp baksınlar. O stopajlara göre Bağdat Caddesi’nde bir işyeri bulunsun, ben caddede Boyner’den Vakko’ya kadar anırarak yürüyeyim.
Devlet bunu bilmiyor mu? Herkesin stopajını eksik verdiğini, herkesin yalan söylediğini?
Bu ülkede çalışan personelin yarısı kayıt dışı çalışıyor ulan! “Türkiye’de bilmem kaç milyon işsiz var,” diyen raporlar hazırlanırken eğer veriler SSK ve BAĞ-KUR’dan alınıyorsa, siz gerçek işsiz sayısına ulaşmak için ikiye bölün o rakamı. Adam çalışıyor ulan, devlet bilmiyor sadece.
İş dünyası en basit ve yüzeysel haliyle böyle.
Peki diğer alanlar? Her alanda neden devlete yalan söylemek zorundayız?
Kaptanlık yapan arkadaşlarım var. Adamlar askere gitmemek için Türk gemisi yerine Gürcistan bandıralı gemilerde çalıştılar tam üç yıl. Sonra gelip 21 gün bedelli askerlik yaptılar ve Türk bandıralı gemilerde çalışmaya başladılar.
Neden bu yola sürüklendiler?
Kısa süre önce hayatını kaybeden bir arkadaşımın askerlik anısı: (Evrakta sahtecilik itirafı diye üstüme gelmeyin, benim değil hikâye. Anlatan arkadaşım da öldü, soramazsınız.)
Askerde yanıma bir astsubay geldi bir gün. Efendi bir adamdı, pek denk gelinmeyen cinsten. “Kardeşim,” dedi “şu fotoğrafı bilgisayara aktarıp başındaki eşarbı çıkarır mısın?”
Baktım, ihtiyar bir teyzenin vesikalık fotoğrafıydı. Annesiymiş. Bizim astsubay terfi edecekti de, annesinin türbanlı olduğunu görürlerse terfi edemeyeceğinden korkuyordu.
Aldım, taradım, Photoshop’ta türbanı çıkarıp internetten bulduğum bir yaşlı kadının saçını montajladım fotoğrafa. Hatta biraz makyaj da yaptım da, işimi bitirip gösterdiğimde annesini tanıyamamıştı bizimki. “Kokana yapmışsın annemi, bu kadar makyajlı olmasın ya,” dedi, makyajı azaltıp aldık çıktısını fotoğrafın.
Annesi törene gitmedi, fotoğraf evraklara öyle basıldı, bizim üstçavuş da başçavuşluğa terfi etti.
Ne bu şimdi? Bu adam gayet başarılı bir üstçavuştu. Terfi etmemesi için bir neden yoktu. Ama o kadar korkuyordu ki, annesinin başı kapalı olduğu anlaşılmasın diye sahte evrak düzenlemek zorunda hissediyordu kendisini.
Neden bunu yapmak zorunda kaldı?
Türbanlı bir kız neden okula perukla gidiyor? Neden hem kendini hem devleti kandırmaya çalışırken tüm dünyada komik duruma düşüyor?
İşadamları neden vergi kaçırmak zorunda kalıyor? Neden stopajlar, emlak vergileri adam gibi ödenmiyor?
Türkiye’de yaşayan adam neden Bulgaristan’dan, Kıbrıs’tan araba alıp İstanbul’da yabancı plakayla gezmeyi düşünüyor?
Askere gitmemek için neden master yapacak kadar ileri gidiyor insanlar?
Vatan haini oldukları için mi? Bu devleti sevmedikleri için mi? Bu ülkeye ihanet etmek için mi?
Hiç sanmıyorum.
Ulan şapka kanunu hala yürürlükte be. Sokaklarda, caddelerde başında fötr şapka olmadan gezen bütün erkekler suçlu.
Bütün vatandaşları potansiyel suçlu olan bir ülkede ihanetten, cesaretten, fikir özgürlüğünden bahsedilebilir mi?
Hepimiz suçluyuz, hepimiz yalancıyız.
Temmuz 2009, Ankara