Her toplum, tüketiciliğini en iyi yaptığı işte başarılı olur. Fotoğraf makineli Japon turist klişesi Sony, Canon, Nikon doğurur.
Giyinmeyi seven İtalyanlar moda markaları, sivil silahlanmayı seven Amerikalılar silah şirketleri, gazlamayı seven Almanlar otomobil markaları koyarlar ortaya.
ABD geniş toprakları ve özgür toplumu sayesinde Airstream, Jayco, Winnebago gibi RV ve karavan markaları çıkarken Avustralya’nın çöl turizmi Trakka, Earthcruiser gibi markalara yol açar. Bisikleti seven Hollandalılar Gazelle, Batavus, Veloretti üretirler.
Çünkü bir üretici, önce kendi vatanında güçlenir. Önce orada satar, sırtını kendi toplumundan gelen güce ve sıcak paraya dayadıktan sonra da yeni pazarlara açılır.
Bunun için o ürüne yönelik kültürün o bölgede yerleşmesi gerekir. En güçlü markaların temellerini kültürel ihtiyaçlar oluşturur, kültürel zemin sermayeden bile önemlidir.
İtalya deli gibi parmesan tükettiği için yılda 2.5 milyar euroluk parmesan ihracatı yapıyor.
O zaman durup düşünmeliyiz, biz neyde iyiyiz? Acaba kültürümüzden, temellerimizden uzaklaştığımız için güçlü markalar çıkaramıyor olabilir miyiz?
Türkiye’nin öncelikle kültürel zeminini bulması ve bu zemine göre kendi markalarını çıkarması gerekir.
Türk kahvesini sevdiğimiz için cezve mi yapalım? Neden olmasın, onu da yapalım. Türk kahvesini dünyaya yayıp da tüketimini artırırsak Arzum Okka, Korkmaz Kahvekolik, Fakir Kaave gibi ürünlerle yeni pazarlar bulabiliriz.
Ufak mufak demeden herkes elinden geleni yapsa bir yerlere varabiliriz.
Sürekli ithalat yapan bir ülkenin doların yükselişine şaşırması kadar gerzekçe bir durum olamaz. Kuru kuru milliyetçilikle, biz bu yoldan dönmeyiz sloganlarıyla ancak kendimizi kandırırız.
Mayıs 2020, İstanbul