Günlerden dün. Son Şile kampında parmağın ucunu kopardığım için kötü anıları silmek amacıyla geldiğim Şile’nin köylerinde yağmur eşliğinde dolaşıyor, kamp yeri arıyorum. Sahilköy yakınlarında bir yerde uçurumların kenarında balık tutanları görünce tamam diyorum. Asfalttan ayrılıyor, bol dikenli toprak zeminde yokuş aşağı ilerleyerek uçurumların başına geliyorum.
Hafif bir yağmur yağıyor, zemin ıslak. Birkaç yerde dört çekere alarak balıkçıların “deli mi lan bu?” bakışları arasında uçurum boyunca ilerliyor, kamp kuracak bir kuytu buluyorum kendime. Denizden duvar gibi yükselen 30-35 metrelik uçurumların tepesinde, muhteşem bir manzaraya bakıyorum. Yalçın kayaların tepesindeki yeşil çayırlarla, sakin bir yağmur bırakan gri bulutlarla adeta bir Faroe Adaları, bir İskoçya atmosferi var ortamda.
Hafifçe çiseleyen yağmur eşliğinde, uçurumların dibinde patlayan dalgaların gürültüsünü dinleyerek, pırıl pırıl samanyolunu ve Karadeniz’e düşen yıldırımları seyrederek kahvemizi içiyor, nefis bir gece geçiriyoruz.
Sabah işler karışıyor. Saat beşe doğru bir anda çıldıran yağmur ortalığı sele boğarken, rüzgar çadırı arabadan sökmek ister gibi sarsıyor. Belki azalır, şimdi yavaşlar diyerek sekize kadar çadırda bekliyorum ama ne mümkün, dinmek yerine fırtınaya dönüşüyor.
Yapacak bir şey yok, çadırı toplayacağız. Yağmurluğu giyip çevredeki malzemeleri topluyor, çadırı kapatıyorum ama fırtına göz açtırmıyor. Cılk çamur yüzünden ayakta durmak bile zor. Soğuk rüzgar ciğerimi deliyor, her şey, ama her şey ıslanıyor.
Çamurlu ayaklarla arabaya atlıyor, geldiğim rotayı dönmeye çalışıyorum. Cılk çamura dönüşen eğimli zemin dört çekeri dinlemiyor, arabayı uçuruma doğru çekmeye çalışıyor. Refik saplanmıyor ama her gaza basışımda birkaç cm daha kayıyor uçuruma. Çamur paletleri işe yaramıyor, çünkü derdim hareket etmek değil, uçurumdan uzaklaşmak.
Çevrede vinci bağlayabileceğim ne bir ağaç ne de bir kaya var. Yok, tırmanamıyorum. Her hamlede uçuruma yaklaşıyorum. Arabaya ine bine sırılsıklam olmuşum, yağmurdan gözümü açamıyorum, koltuklar dahi çamur içinde.
Pes! Refik’le uçurum arasında yaklaşık 30 cm var, bir kez daha denersem Karadeniz’e gömüleceğim. Yukarıdan gelen seller şelale gibi denize dökülürken Refik’le beni de götürmeye çalışıyorlar.
Her şey bir kabus olsa da uyansam diyorum ama hayalin sırası değil.
Hiçbir çaba sonuç vermeyince bu işi bir traktörün çözebileceğini anlıyorum.
Aranan traktör 20 dakika sonra geliyor ama güvenli alanda durup “bu salak oraya nasıl gitmiş,” dercesine bana bakıyor. Uçurumun kenarında ıslak bir kedi yavrusu gibi titriyor, gelen süper kahramana bakıyorum ama onun da tek yaptığı bana bakmak. Bakışıyoruz.
Neden sonra traktörcü dayı geliş amacını hatırlıyor ve arazide zikzaklar çizerek yanıma yaklaşıyor. İşin kötüsü, traktör çok fazla kayıyor. Artık dualarım sadece Refik’i değil, traktörü de kapsıyor. Ya birlikte çıkacağız, ya birlikte düşeceğiz.
Dayı zinciri takarken sürekli söyleniyor. Bu uçuruma bu kadar yaklaşılır mı, traktörün zor gittiği yere arabayla girilir mi, bu havada kamp yapılır mı…
Söylenmesi bittikten sonra beni takip et diyerek traktöre atlıyor ama ilk hamleyle birlikte heyecan yerini korkuya bırakıyor. Çünkü traktör de yan eğimde kaymaya başlıyor. Dört çeker traktör, dört çeker Refik aynı anda gaz veriyor ama sekiz tekerleğin organize gücü iki aracı birden yukarı çıkarmaya yetmiyor.
Bu kez traktörü yukarıdaki düz zemine çıkararak Refik’i daha uzaktan, vinçle çekmeyi deniyoruz, sonuç veriyor. Traktörün frenleri ve Refik’in vinci bir arada, oltaya takılmış lüfer gibi sağa sola salınarak, hoplayıp zıplayarak düz zemine ulaşmayı başarıyoruz.
Asfalt uzakta ama en azından zemin düz. Bundan sonrasını traktörden taktığımız zincirle gidiyoruz. Traktörün sürekli patinaj çektiğini ve kaymaya yeltendiğini görünce 20 metrelik çamur rampayı nasıl çıkamadın diye kendime kızmayı bırakıyorum.
O uçurumun kenarında, gel kolaysa kendin dans et.
Asfalta ulaştığımda yavrusuna kavuşan bir ana kadar mutluyum. Asfaltta biraz gazlayıp jantların içindeki çamurları silkeyim de karşıki ormanlara dalıp kestane arayayım diyorum ama Refik’in içinde iğne ucu kadar kuru yer kalmamış.
Sahilköy’de Ramazan’ın evine sığınıyor, sıcak bir duşun ardından yedekleri giyip sobanın başına kuruyoruz ve gam keder kalmıyor. Deminki ıslak kediler soba başında mayışan minnoşlara dönüyor.
Öyleyse çayımızı içelim, kocayemiş ve kestane peşine düşelim. Çünkü tüm maceraya rağmen saat öğlen bile olmamış.
Peki ne dersler çıkardık bu maceradan?
Ekim 2020, Şile, İstanbul