Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bir süre vakit geçirin. Sonra binin uçağa, Türkiye’ye dönün. Taksiye değil, Havabüs’e binerek Taksim’e gidin.
Yani uçağa bindiğiniz şehir Paris, Viyana, Milano, her neresiyse artık, uçaktan indiğinizde adım atacağınız ilk yerleşim yeri Taksim olsun.
İstanbul’a ilk kez gelen bir yabancı yerine koyun kendinizi ve bavulunuzu sürükleyerek meydana çıkmaya çalışın. Uzun süren otobüs yolculuğu sonunda bir sigara kahve içip yorgunluk atacak bir yer arayın kendinize. Taksim’i bilen biri gibi değil, turist gibi davranın.
Üstünüze yiyecekmiş gibi gelen garsonları, satıcıları, mekanların iptidailiğini, yemeklerin kötülüğünü, fiyatların yüksekliğini, insanların kabalığını, her yandan yükselen saçma sapan Arapça müzikleri, İran ekolünün renkli lambalarını her yere asarak kendince otantik havalara bürünen kafeleri, her yere kıvılcımlar saçan nargilecileri, ısıtılmış döner satan dönercileri, hazır künefe iteleyen tatlıcıları görün. Berbat bir kahvenin yanında marketten alınıp tabağa konulmuş bir cheesecake için dünya para verin.
Türkiye’nin Avrupa’da neden küçümsendiğini, Türklerin neden Araplarla hatta Arapların en tırt kesimleriyle bir tutulduğunu anlarsınız.
Türkiye’ye ilk kez gelen bir yabancı bu manzaralarla karşılaşıyor. Boğazmış, saraylarmış, tarihmiş, onlar sonraki iş.
Konuşacak fazla şey yok. Geri dönüşü mümkün olmayan bir yozlaşmanın, korkunç bir demografik bozukluğun, tarifi imkansız bir avamlığın pençesindeyiz.
7.000 yıllık şehri 50 yılda Ortadoğu çöplüğüne çevirdik. Aferin bize.
Kasım 2019, İstanbul