Minik vadimizin karşı kıyısından bakınca yerleşim yeri oluşturmak için gayet başarılı seçimler yapabildiğimi görüyorum.
Su var, esinti var, vadiden gelebilecek tehlikelere karşı görece güvenli, görüş açısı geniş, ormanın sağladığı enerji ve gıda kaynaklarına (su, odun, meyve, gerekirse av) yakın.
Rüzgar aşağı doğru estiği için kamp ateşinin dumanını alıp götürüyor.
200 metre aşağıdaki göl kıyısında gruplar halinde yaşamaya çalışan ve dip dibe kurdukları onlarca çadırla adeta bir köy oluşturanlar bu avantajlardan mahrum.
Onlar kalabalıkla, sivrisineklerle ve kurbağa sesleriyle boğuşurken bu bölge hem meltem altında efil efil, hem de insan patırtısı yerine su sesleri ve kuş cıvıltıları var.
20 metre yukarıdan çadırların üstünü örten ulu ağaçlar yağmurun şiddetini azaltıyor, zeminin eğimli yapısı sayesinde sel tehlikesi de olmuyor.
Ormana en yakın bölge olduğu için sincaplar, gelincikler, bülbüller, baştankaralar çadırın çevresinde cirit atıyor.
Olumsuz yanları da var elbette. Sincaplar gibi ayılar için de insanlara pek yaklaşmadan insan ortamını gözlemek için en güvenli tepe burası.
Aşağıdaki çadırkenti medeniyet sayarsak, burası şehri dağdan seyreden villa bölgesi.
Ortaya çıkan sonuç: Güvende hissedecek kadar diğer insanlara yakın, kimsenin derdini çekmeyecek kadar da insanlardan uzak.
Schopenhauer’ın kirpi ikilemi sadece şehir yaşamında değil, kamp ve doğa ortamında da bir şekilde tezahür ediyor bende.
Memnuniyet verici.
Haziran 2019, Yedigöller, Bolu