Bran Şatosu, Romanya’nın önemli simgelerinden biri. Transilvanya’nın bütün şatoları gibi karmakarışık, bir sürü minik odalı, daracık merdivenli, dışarıdan heybetli, içeriden sıkıcı bir kale burası. Konum olarak muazzam, bu kaleyi etkisiz hale getirmeden Bran Vadisi’ni geçmek zormuş o devrin orduları için.
Elini sallasan şatoya çarpan Transilvanya’da Bran Şatosu uzun yıllar gölgede kalmış. Ta ki Bram Stoker, Kont Drakula’yı yazana kadar.
Erdel Voyvodası Hünyadi Yanoş’un kankası, Boğdan Prensi Stefan Cel Mare’nin kuzeni, Kazıklı Voyvoda lakabıyla bilinen Vlad Tepeş nam kefere, kimbilir ne itlik serserilik peşinde koştuğu bir seferden dönerken kısa bir süre konaklamış bu kalede. O gün bugündür, onun ismiyle anılıyor kale.
Düşmanlarını kazığa oturtan, kancaya asan, kanlarını içen, itlik uğursuzluktan başka şey bilmeyen Vlad Tepeş’in yediği herzeler, Bram Stoker’a ilham vermiş. Demiş ki, “böylesi bir manyaktan devlet adamı falan olmaz, olsa olsa vampirdir bu.” Sonra oturup Kont Drakula’yı yazmış.
Transilvanya, doğası ve mimarisi itibariyle tam bir periler, cinler, yarasalar bölgesi. Bin türlü efsaneleri var zaten. Karpat Dağları’nın sisli eteklerinde, çam ormanları arasında gizlenmiş şatolara bakarken, benim bile aklıma bir dünya senaryo geliyor. En popüler hikayeyi yazmak da İrlandalı Bram Stoker’a nasip olmuş.
Bu kitap sayesinde namı yürümüş Bran Kalesi’nin. Aslında bir haftalık ziyareti dışında Vlad Tepeş’in burayla ilgisi yok. Drakula’nın şatosu diye pazarlıyorlar ama, içinde konuyla alakalı hiçbir şey yok.
Romanya bu konuda ilginç zaten. Bunca tarihe, bunca güzel doğaya rağmen satabildikleri malzemeler Drakula ve Hagi’den ibaret. Ha, bir de Inna var, yirim.
Mart 2017, Bran, Romanya