Enfes bir pasta ustası tanıyorum. Görünümüyle, lezzetiyle harika pastalar yapıyor.
İstanbul’un iyi mekanlarından birinin pasta ve fırın şefi olarak çalışıyor bu hanımefendi. Bir gün laf arasında neden kendi yerini açmadığını sordum. Verdiği cevap birçok çalışana örnek olacak cinstendi.
“Ben pasta ustasıyım. İşim bu. Burada günde 10 saat çalışıyorum ve mutluyum. Kazancım yerinde. Kendi yerimi açsam daha çok kazanabilirim ama mutlu olamam.
Kendi mekanım olsa ve yine 10 saat çalışsam belki sadece üç saat sanatımla ilgilenebilirim. Kalanı muhasebe, ödeme, eleman, vergi, pazarlama, reklam ve diğer işletme dertleriyle geçer. Hem asıl işimden uzaklaşırım hem de mutsuz olurum.
Risk almaktan korkmak değil bu. Açılış riskini aldıktan sonra olabilecek en iyi şeyler bunlar ve beni mutlu edecek olanlar bunlar değil. Ben pasta yaparak mutlu oluyorum, pastane işleterek veya satış yapmaya çalışarak değil.”
Düşündüm, haklıydı. Sadece bu hanım özelinde değil, tüm çalışanlar genelinde haklı.
Bir garson en iyi garson olmak isterse, bir tezgahtar en iyi tezgahtar, bir aşçı en iyi aşçı ve bir işletmeci de en iyi işletmeci olmak isterse iyi işletmeler çıkar ortaya.
İyi bir satıcı olabilirsiniz ama iyi bir işletmeci değilseniz kuracağınız iş geçici olur. İyi bir pastacı, işletmeci değilse açacağı pastane kalıcı olamaz.
Bizim sorunlarımızdan biri, sermayesi olan herkesin iyi yönetici olacağını düşünerek her işin sorumluluğunu üstüne aldığı bir iş kurmaya çalışması. “Sermaye benim, ben yönetmeliyim.”
Bu anlayış, şirketlerin kurumsallaşmasının önündeki en büyük engel. Kurumsal şirketlerin yok denecek kadar az olduğu, gelip geçici patron şirketlerinin piyasayı doldurduğu, CEO kavramının olmadığı bir ülkede işletmelerin kalıcı olma ihtimali pek yok.
Hırslı, haris ve haset insanlardan müteşekkil bir toplumda bu durumun değişmesi de oldukça zor.
Ekim 2019, İstanbul