Bu virüs belası bir anlamda çok iyi oldu. Ne kadar bencil ve zayıf olduğumuzu gösterdi.
Ortadoğu’da, Güney Amerika’da, Afrika’da savaşlar oluyor. Doğu Türkistan’da Uygurlar katlediliyor. Her gün BİNLERCE İNSAN AÇLIKTAN ÖLÜYOR.
Belalar bizden uzak oldukça keyfimiz yerinde. Afrika’da ölenler sohbetlere geyik konumuz, çektikleri acılar filmlere senaryo. Afrika’da insanlar elmas madenlerinde ölüyormuş diyor genç kızımız, sevgilisinden tek taş yüzük beklerken. Kahve toplayanlar çikolatanın tadını bilmiyormuş diyor gencimiz, Starbucks’da lattesini içerken.
Çünkü tuzumuz kuru. Lüks dairelerde oturuyor, vücudumuzun hareket ihtiyacını bile spor salonlarında karşılıyoruz. Gak deyince su, guk deyince sushi evimize kadar geliyor. Cebimizde paramız olduğu sürece güvendeyiz. Hastalıkmış, salgınmış, ölümmüş, o da nesi?
Sonra bir virüs çıkıyor, maddi zenginliğin hiçbir anlamı olmadığını şak diye vuruyor yüzümüze. Zengin fakir ayırmıyor, villadakini de yakalıyor, gecekondudakini de. Tom Hanks hasta olmuş, Kanada Başbakanı virüs kapmış diyorlar. İtalya’da, Avusturya’da, o mağrur ülkelerde çaresizce ölümü bekliyor insanlar. Campodolcino’daki sığır çobanıyla Venedik’teki purolu amca yan yana yatıyor sedyelerde. Sosyal statüler, maddi zenginlikler, güçlü çevreler anlamını yitiriyor.
Belimizdeki silah, arabamızdaki zırh, villamızın yüksek duvarları, kapımızdaki güvenlik işlevsiz kalıyor. Sen benim kim olduğumu biliyor musun ulan! diye hatırlı tanıdıklarımızı devreye sokamıyoruz.
Şimdi eşitiz işte. Binanın kapıcısı da apartman yöneticisi de. Çapraz tutan asker de, tugay komutanı da. Bankanın temizlikçisi de, sahibi de. Hepimiz eşitiz.
Tüm teknolojilerimize, atar giderlerimize rağmen yapabildiğimiz tek şey var. Fare gibi saklanıp fırtınanın dinmesini beklemek.
Saklanalım bakalım. Oyun kurucular yeni perdeyi sahneye koyunca sağ kalanlar devam eder. Ama sahne küçülecek, bu kadar oyuncuya gerek kalmayacak artık. Bunu da aklımızda tutalım.
Mart 2020, İstanbul