Her hareketi kodlanmış, her adımı planlanmış kalabalıkların isyanını izliyorum karantinalar başladığından beri.
Evlerinde nasıl vakit geçireceklerini bilmiyorlar. Ne yapacaklarına dair bir fikirleri yok. Sıkıntıdan pirinç sayandan “abimle tanıştık, iyi adammış” esprileri yapanlara kadar ne ararsan var.
Evinden sıkılan ihtiyarlar sokaklara kaçıyor, Netflix’ten bıkan gençler birbiriyle dalaşıyor. Aynı evi paylaşan çiftlerin birbirine tahammülü yok.
Gündüz çalışan ve akşam birkaç saati birlikte geçiren çiftler aslında birbirlerine ne kadar yabancı olduklarını görüyorlar. Süreç birkaç güne çıkınca dizi izlemekle, sosyal medyayla, çocuk sevmekle dolduramıyorlar zamanlarını.
Toplumun ne kadar bireyselleştiğini, her şeyi parayla satın almaya alıştığı için çok fazla şey yapabilecekken aslında ne kadar azla yetindiğini, dijital yeni düzene ne kadar hazır olduğunu görüyorum.
Yeni dünya düzeninde herkesin yaşamı planlı gidiyor. İş ve trafik en büyük vakti alırken akşam yapılacakların, gidilecek yerlerin, izlenecek dizilerin hep zamanı var.
Haftasonu geldiğinde gidilecek kahvaltının, gezilecek AVM’nin, yapılacak etkinliğin bir planı var.
Heyecanla beklenen yıllık izin dönemi geldiğinde gidilecek tatilin biletleri bile aylar öncesinden alınıyor. Her şey dahil beş yıldızlı otellerde yapılacak aktivitelerin bir düzeni var.
Bu düzene uymayan bir karantina durumu ortaya çıkınca tabiri caizse apışıp kaldı herkes. Tek yapabildikleri makarna stoklamak, mutfak dolaplarını savaş çıkmış gibi doldurmak oldu. Şimdilik herkes esprilerle geçiştirse de bu karantinalar uzarsa şiddetin artacağına adım gibi eminim.
Foucault der ki, eğer bir kişi yalnız olmayı beceremiyorsa, başkalarıyla bir arada olmayı da beceremez.
Yalnız başına vakit geçirmeyi, zamanın kalitesini artırmayı düşünebilen kalmamış. Bu gerçekten acı bir durum.
Yalnızlık Netflix değil, tek başına bir şeyler yapabilmektir. Üretmektir. Yalnızlığı çok yanlış anladığımız için ne bir aradayız, ne de yalnız.
Mart 2020, İstanbul