Ortaokuldayım. Sabah gazete dağıtıyor, ayda bir kez de gün içinde tahsilata çıkıyorum. O zamanlar Üsküdar’da apartmanlar eski, öyle her yerde asansör yok. Beşinci kata, yedinci kata inip çıkarak, bahçeli evlerin köpeklerinden kaçarak 13 yaşında bir çocuğa göre maceradan maceraya koşuyorum. Ekmek peşinde maceralar yaşamak o günlerden kalma bir alışkanlık bende.
Yaz tatilindeyiz, hava çok sıcak. Muhtemelen Ağustos ayı. Sabah gün doğmadan başlasam da gazeteleri bitirip büroya dönerken sıcaktan kafam kaynamaya başlıyor.
Yine böyle hamam gibi nemli ve sıcak bir günde büroya dönerken bir pastane görüyorum. Limonata ve vişne suyu makinesi koymuş vitrine. Hayatımda ilk kez canım limonata istiyor.
O zamanlar benim için gıdaya para vermek sadece karın doyurmak için geçerli bir eylem. Suyu cami şadırvanlarından içiyor, bazen de bakkaldan ekmek arası peynir alıyorum. Limonataymış, kolaymış, bunlar gereksiz harcamalar. Öyle biliyorum.
Fakat sıcağın altında o limonatayı o kadar istiyorum ki kıyıyorum paraya ve bir bardak limonatayı müthiş bir keyifle içiyorum. Hararetten yanmış bedenime soğuk limonatanın verdiği ferahlık ve karın doyurmayan bir gıdaya para vermiş olmanın pişmanlığı iç dünyamda savaşa tutuşuyor.
Aradan geçen yıllarda hayatın en üstünü de, en altını da gördüm. O nedenle bugün Paris’e gidip Plaza Athenee’de Alain Ducasse’in Michelin yıldızlarını sayarak yemek yemekle ıssız bir dağ yolundaki çeşme başında minik bir ateş yakıp kahve içmek arasında pek fark yok gözümde.
Parayı çok önemseyenleri gördüğüm için yazdım tüm bunları.
Hayırlı haftalar…
Aralık 2019, Gönen, Balıkesir