Kendi hapishanelerimizi inşa ediyoruz. Attığımız her adımda, doğru sandığımız her harekette bir tuğla daha koyuyoruz duvarın üstüne.
Dışarıdaki hayata imrenerek bakıyor ama hapishanemizin konforundan da vazgeçemiyoruz. Çünkü yemeğimiz sıcak, yatağımız rahat, çayımız her daim demli.
Gardiyanlar kimi zaman kızıyor, bazen dayak da yiyoruz ama ne gam, bizim de altımızda hıncımızı alabileceğimiz çaylaklar var. Belki birilerinin çoraplarını yıkıyoruz ama “kalk ulan!” dediğimizde bize çay getirenler de var. Hapishaneden çıkmak yerine hiyerarşi piramidinde bir adım yukarı tırmanmaya çalışıyoruz.
Kapısında kilit yok bu hapishanenin. Sadece yüksek duvarları ve dışarıdaki güzellikleri gösteren pencereleri var. Ama kapıya geldiğimizde tatlı dilli bir gardiyan, o pencerelerden görünenlerin kandırmaca olduğunu, dışarıda hayatın çok riskli olduğunu söylüyor. Üstelik hapishane sinemasına yeni filmler, gazinosuna yeni kızlar gelmiş. Hem bizi sürekli döven o adamın da yakında öleceğini, emir verenlerin azalıp emrimizi dinleyenlerin artacağını anlatıyor.
Ya dışarıda yemeği kendimiz yapmak zorunda kalırsak? Ya ısınacak bir yer bulamazsak? Koğuşumuz biraz kalabalık ve kötü kokuyor ama sıcacık, üstelik biraz sabredersek daha iyi bir koğuşa geçebilir, hapishane havuzunda süs balıkları besleyebiliriz.
Böylece vazgeçiyoruz dışarı çıkmaktan. Piramitte bir basamak daha yükselmek, daha şık tulumlar giymek, daha güzel yataklarda uyumak umuduyla gün boyu çalışıyor, yeni tuğlalar üretiyoruz hapishanenin atölyesinde. Ve kendimizi daha çok gömmek için bize sunulan dünyaya, ellerimizle koyuyoruz bu tuğlaları duvarların üstüne.
Sonra bir gün geliyor, koğuş arkadaşlarımız bir mezar taşı yapıyorlar bizim için. Hapishanede çark dönmeye devam ediyor, biz boylu boyunca uzanıyoruz koğuş mezarlığındaki binlerce mezardan birine.
Artık merak etmeye de, risk almaya da gerek yok.