Ölümlere çok üzülmem ben. Neden üzüleyim ki, hayattan daha gerçektir ölüm. Bizim hayat dediğimiz şey iki gerçek dünya arasında 70-80 yılda geçip gidilecek olan bir köprü sadece. Başlayacak ve bitecek.
Dandik insanları pek sevmediğim için gittiği yerde rahat etmeyecek adam çok yoktur çevremde. O nedenle gidene pek üzülmem.
Üzüleceksem kendime üzülürüm. Onu bir daha göremeyeceğim için, özleyeceğim için, birlikte yaptığımız planlar yarım kalacağı için, anılarımızı hatırladıkça içim sızlayacağı için. Belki daha fazla vakit geçirebilecekken vaktimizi yeterince değerlendiremediğimiz için. Kendi kaybıma üzülürüm yani.
Bazen de toplum için üzülürüm. Günden güne kalitesini yitiren toplumun, elinde kalan nadir değerlerinden birini daha kaybettiği için. Bu toplumdan, giden kişinin kalitesinde yeni kişiler çıkmayacağı için. Gidenin yeri boş kalacağı için.
Sanatçı sıfatıyla anılan görgüsüzler, kıymeti kendinden menkul ünlüler veya parasından, şöhretinden başka değeri olmayan şahsiyetler ölünce değil, aydınlar, münevverler, mütefekkirler vefat edince eksilir toplum. Çünkü alimin ölümü, alemin ölümüdür.
Onlar gittikçe kalite daha da düşecek, ortam düşünenlerin veya okuyanların değil, “düşünmeyi de, okumayı da bilmediği halde her boku bildiğini sananların” eline kalacak.
Sezai Karakoç bu nedenle büyük bir kayıptır Türkiye için. Lümpen işgalinden önceki İstanbul’u, tarihle yoğrulmuş sanatı, beyefendiliği, kibarlığı temsil eden son insanlardandı.
Gitti. Kendi deyimiyle dünya sürgünü bitti. Kalanlar derdine yansın.
Kasım 2021, İstanbul