Merve adında gencecik bir kız ders çalışırken akciğer ambolisinden ölmüş geçen gün. 11 saat kesintisiz çalışıp ölmek, ders çalışmayı bilmeyen öğrencilere ve o öğrencilerin teslim olduğu eğitim yöneticilerine mahsustur sadece.
Bizde ders çalışmak yoktur. Kendi öğrenciliğimi hatırlıyorum da, okulda yapmadığım fırlamalık, girişmediğim kavga gürültü kalmazdı. Buna rağmen disiplin cezası almadığım dönemlerde teşekkür veya takdir belgeleri almamın tek nedeni kendi kendime geliştirdiğim ders çalışma taktiğiydi.
Aslında ders çalışma taktiği denemez buna, sizin kafanızdaki modern eğitim metotları arasında yeri olmadığına eminim. Dersi derste dinlemek falan da değildi çünkü benim yaptığım. Lise hayatım boyunca okula götürdüğüm tek şey orta çağ kütüphanelerinden fırlamış gibi duran, paçavraya dönmüş bir ajandaydı sadece.
O zamanlar klavye manyağı olmadığımdan kalemle de hızlı yazabiliyordum. Ve derste hocanın ağzından çıkan her sözcüğü, bilinçsizce, otomatik el hareketleriyle ajandaya yazardım. Arkadaşlarımın kıçına Rotring kalem batırdığım, sıranın üstünde bozuk paralarla maç yaptığım dakikalarda bile mutlaka not alırdım duyduklarımı.
Ve akşam sadece 1 saatlik bir çalışmayla, ajandaya aldığım notları ilgili dersin defterine, temize geçerdim.
Böyle geçti lise hayatım, ne deve yüküyle ödevler yaptım, ne de en önde oturup hocanın ağzının içine baktım.
Milli Eğitim Sistemi’nin bana verebileceği her şeyi de yeterince aldığımı düşünüyorum. Matematik hariç, çünkü daha ilkokulda nefret etmiştim matematik dersinden. Sayısal derslerle bir sorunum yoktu, fizik, kimya, biyoloji gibi derslerim mükemmeldi ve sadece matematikti sıfırın altında sürünen.
Ama bu teknik yüzünden ne öğretmenlerimle aram düzeldi, ne de ailemle. Tuvalette içilen sigaralar, anlamsızca kavgalar, kaplanmamış kitaplar, bilardo salonlarına yapılan baskınlar, ajandama çiziktirdiğim saçma sapan şekillere okul yöneticilerinin yüklediği anlamlar yüzünden “kanaat notum” belli bir oranı geçemedi. Aslında okulumu da pek sevmezdim, onların vereceği kanaat notu pek de umurumda değildi.
Özel okulların birincil amacı ticarethane olmalarıdır. Ve elinden gelse sizi bir kaşık suda boğacak olan okul yöneticileri, velinizle karşılaştıklarında klasik esnaf davranışları sergilemeye başlarlar. Bir yandan velinin karşısında elleri sabunlarken diğer yandan telefona uzanıp, “Tabi ki efendim, öğrencimiz pırlanta gibidir, öyle değil mi canım benim, çay mı içersin kahve mi?” şeklinde davranan adama okul müdürü demem ben. Sadece yavşak bir tüccar olabilir. Daha bir gün önce beni cep telefonuyla konuşurken gördüğü için “babanı arayacam, atıcam seni okuldan!” diyen adam, okuldan atıldığımda içine gireceği maddi zararı düşününce vazgeçer davasından.
Söylediğini yapamayan yöneticinin otoritesi zayıflar. Bir daha da kimse siklemez onun koyduğu kuralı. (Bunu çerçeveletip duvara asın oğlum, önemli bak!)
Sosyal derslere eskiden beri ilgim vardır. Google yoktu biz çocukken, manyak gibi ansiklopedi okurdum. Okuldan kaçıp kütüphaneye giden, kız arkadaşıyla müzeleri gezen başka bir liseli var mıdır, bunu gerçekten merak ediyorum. Tutup da bunu okulda açıklamayı nedense bir türlü beceremediğim için kütüphane kolu başvurularım hep yarım kaldı. Fotoğraf koluna da giremedik anasını satayım. Varsa yoksa Yeşilay. Belki okulda sigara satmayı bırakır diye mi ümitleniyorlardı hala anlamış değilim.
Okulda öğretmenler yanlış anlarken beni, evde de ailem yanlış anlardı. Kim öğretmişse babama “sesli okursan aklında kalır” kuralını, zart zurt odama dalardı, “neden ders çalışmıyorsun?” diye. Ulan ders çalışıyorum, yatmışım sırtüstü, tarih kitabı okuyorum ve ajandaya not alıyorum, böyle çalışıyorum ben kardeşim! Yok, illa sesli okuyacaksın, aklında kalmaz.
Cin Ali’den klasiklere kadar tamamını yatarak okudum ben, gayet de aklımda kaldı. Mississippi’nin uzunluğundan okulda sattığım kurusıkı mermilerin ve sustalıların gelir gider raporlarına kadar her şey vardı o ajandada. Adam gibi ciltleyip piyasaya sürsem Gereksiz Bilgiler Ansiklopedisi kadar satış yapar be.
Sayın veliler! Siz siz olun, çocuğunuzun ders çalışma metotlarına burnunuzu sokmayın. Merak etmeyin, bir öğrencinin milli eğitim sisteminden alacağı notlar hayatta zerre kadar işine yaramıyor. Günde 1 saat çalışan, sınavlardan önce bilardo salonlarında tek istekada oyun bitiren ve çok hevesle beklediğiniz karnenin yanında neredeyse her dönem en azından teşekkür belgesi getiren biri olarak söylüyorum, rahat bırakın çocukları.
Bu eğitim sistemi, size göre başına buyruk gibi görünen ders çalışma metotları beni öğretmen yaptı. Ama ben bu eğitim sisteminin faşist zincirinde bir halka olmak istemediğim için ticaret yapıyorum. Çocukları esas duruşta dikerek varlıklarını Türk varlıklarına armağan edeceklerine dair her sabah yemin ettirmek, 23 Nisan Çocuk Bayramı’nda esas duruşu bozan veya gülen bir çocuğun kulaklarına asılarak bayramını kutlamak pek bana göre değil.
Siz çocukları bu şekilde yetiştirmeye çalıştıkça, çocukluğunu ve ilk gençliğini ders masasında inekleyerek geçiren çocuklara “aferin” dedikçe, öğrenmelerini, araştırmalarını teşvik etmek yerine ezberlemeye zorladıkça gelecek nesil dediğiniz ufaklıkları üniversite mezunu işsizler kervanına eklersiniz sadece. Sonra da oturup düşünürsünüz neden olmuyor diye.
Zihniyet değişmedikçe, ders çalışırken ölen bu kız ne ilk ne de son olacak. Ve o kızın vebali hepinizin ellerinde olacak.
Gurur duyan var mı acaba? Veya çocuklarını başkalarıyla karşılaştırmaya hevesli aileler arasında o kızı örnek göstererek “bak elin kızı ölecek kadar çok ders çalışıyor, sen kitabın yüzüne bakmıyorsun” diyenler var mı? Bence var. Hem de yüz binlerce var…
Aferin! Çocuk doğurmakla çocuk yetiştirmek aynı anlamlara sahip oldukça da var olmaya devam edecekler.
Şubat 2009, Los Angeles