Zamanında adamın biri demişti ki, “gelecekte sınırları devletler değil şirketler çizecek.” Uluslararası çalışan şirketlerin devletleri savaşa sürükleme başarılarını da gördükten sonra bu söze inanmayan kalmamıştır sanırım. Bilirsiniz, fazla semirmiş ulusal şirketler, devletin ithalat kurallarını, vergilerini bile değiştirme yeteneğine sahiptir.
Eğer yeterince gelişmişse bir şirket, piyasayı kendi çıkarlarına göre düzenlemekte hiçbir sakınca görmez. Fakat bazı sektörler vardır ki, büyükler firmalar bir türlü yenişemezler. Misal; tavuk & piliç sektörü. Büyükler bir türlü yenişemediği için ufakları elemenin farklı bir yöntemini buldular: Kuş Gribi.
Köy yumurtası almayın, köylerden tavuk almayın, kuş gribi olursunuz! Kuş gribi esnasında tavuk firmalarının borsada dip yapan kâğıtları, bir süre sonra gayet güzel yükseldi. (Yalan yok, iyi kazanmıştım Banvit’ten) Kuş gribinden bir süre sonra da televizyonlarda tavuk firmalarının kurduğu bir derneğimsi kurumun reklâmlarını görmeye başladık. “Hey bakın, bizim fabrikalarda herkes galoş giyer, maske takar. O kadar sağlıklı bir ortamda çalışıyoruz ki, tavuklarımız gribi bırak, nezle bile olmaz!”
Verilen hormonlar yüzünden 45 günde ördek boyutlarına ulaşan civcivleri, kapatıldığı çiftlikte geceyi gündüzü şaşırıp günde iki kez yumurtlayan şaşkın tavukları anlatmazlar ama, önemli olan çalışanların galoş giymesidir.
Süt ürünlerinde de aynı şey geçerli.
Ben, yıllardır aşağılanmakta olan sokak sütlerini içerek büyüdüm. Ölmedim, hasta da olmadım. İlkokul ve ortaokul dönemlerimde Bağlarbaşı’nda vardı bir sütçü, oradan alırdık. Sattığı sütteki mikroplar yüzünden bütün İstanbul telef olunca kapattılar o amcanın yerini, akıbeti ne oldu bilmem. Fakat biz uslanmadık, haftada iki kez Salacak’tan Şile’ye gidip süt almaya devam ettim. Annem o sütlerle muhallebi, yoğurt, sütlaç, güllaç yaptı, sabah akşam lıkır lıkır içtik kardeşlerimle. Medyada “sokak sütü içmeyin,” yaygaraları devam etti, okuldaki öğretmenler sokak sütünün ne kadar tehlikeli olduğunu anlatmaktan bıkmadı.
Hala hatırlarım sütçünün belki 10 litrelik güğümü dizlerine dayayıp bir litrelik kaba bir damla bile dökmeden, taşırmadan süt dökmesini, hayran hayran izlerdim.
Dedem Tekirdağ’da yaşıyor benim, köyde büyümüş, evlenmesine yakın şehre taşınmış. Onun köyüne giderim hala, el üstünde karşılar uzak akrabalar. O köyde, taptaze sütten yapılan peynirleri yerim, tavukların altından yumurtayı kendim alıp atarım tavaya.
Siz hiç gerçek peynir yediniz mi? Süt tozundan değil, sütten yapılan peynirden bahsediyorum. Maalesef yemediniz ve günden güne uzaklaşıyorsunuz onun gerçek tadından.
Aynı ritüel binlerce yıldır tekrarlanıyor oralarda, henüz kimse sütün içindeki mikroplar yüzünden ölmüş değil. Hatta 90 yaşında ihtiyar, benimle güreş tutmaya kalkacak kadar sağlıklı. Çaktırmadan pastörize süt içip sağlıklarını korumaya mı çalışıyorlar acaba?
Pastörize süt denen şey, “sokak sütü ıyy,” diye aşağılanan sütün fabrikada kaynatıldıktan sonra paketlenip satılmasından başka bir şey değil. Açık süt evde kaynatıldıktan sonra ne brucella kalır ne salmonella, ama pastörize sütte bakteriler spor oluşturabilir ve yaşamaya devam edebilirler. Ne anladık bu işten?
Marketlerden aldığımız paket yoğurtlar, çimento torbası gibi torbalarda fabrikaya götürülüp işlenen süt tozundan, kaşarlar eski peynirlerin yeniden işlenmesinden elde ediliyor.
Beslenmesine çok dikkat ettiğini iddia edenler medyanın her dediğine kafa sallamadan önce gidip köyleri görsünler, sonra da bu fabrikalara ürün veren çiftlikleri. Meralarda serbestçe gezip otlayan ineklerden sağılan sütü bir kez deneyin. Gerçi pastörize sütle büyümüş şehir insanı alıştığı tadı alamayacaktır ondan ama gerçek süt o işte. Normalde öyle olması gerekiyor.
Sonra çiftlikleri gezin. Doğumundan itibaren makineye bağlanıp özel olarak beslenen inekleri, tosunları görün. Bu hayvanların büyük çoğunluğu hareketsizlikten şeker hastası oluyorlar ve etleri, sütleri bize ünlü markalar tarafından satılıyor. Ah, evet, bu fabrikalarda galoş giyiyorlar, sağlık falan…
Et amaçlı yetiştirilen hayvanlara hormon vermekle yetinmeyip bira, patates, mısır dayayanı gördüm ben. 6–7 ayda 450 kiloya ulaşan bu şeker hastası, ayakta duramayan hayvanlar, fabrikadaki işçiler galoş giydiği için mi sağlıklı olacaklar? Geç bi’ kalem.
Sokak sütü kalitesizmiş. Nedir olayı? En önemli argüman: Kaynatılınca protein değerleri azalır. Tamam!
Kaç derece suyun kaynama noktası? 100! Buna da tamam.
Protein değerleri azalmayan süper sağlıklı paket sütün geçtiği işlem nedir? UHT teknolojisiyle 6 saniye içinde 120 dereceye kadar kaynatılıp 4 dereceye kadar düşürülür, yani şoklanır. Pastorize derseniz, onda da 65–70 derecede yarım saat civarında ısıtılır, yani yine bir ısınma var olayda. Bu ne şimdi? 120, 100′den düşük bir rakam mı, anlamadım ki ben?
Üstelik ben açık süt aldığımda puding yapmak istersem sadece bir kez kaynamış olur o süt. Ama paket sütle puding yapmak istesem, biri fabrikada biri evde olmak üzere iki kez kaynamış olur. Hangi vitaminden, hangi proteinden bahsediyorsunuz?
Melaminli yoğurtlar var piyasada, 3 ay ömürlü, ekşimeyen yoğurtlar. Benim dolapta 15 gündür duran bir kutu Danone yoğurt var, ne zaman ekşiyecek diye bekliyorum, bana mısın demedi. Helal olsun, sağlıklı mı bilmem ama çok dayanıklı yoğurtlar yaptıkları kesin.
Maksat son derece açık. “Sütçüler sütlerini halka satmasınlar, fabrikaya satsınlar. Biz o sütten bir dünya ürün yapalım, artanını da paketleyip süt diye satalım. Böylece yoğurdu, muhallebiyi, sütlacı, pudingi de bizden alsınlar, paramıza para katalım.”
Sağlık sektörünün gıda sektörüyle birlikte çalıştığını biliyoruz. Hani eskimeyen bir şehir efsanesi vardır, “piyasadaki virüsleri anti virüs firmaları üretiyormuş hacı!” şeklinde uzar gider. Sağlık sektörü de büyüdükçe yeni müşterilere ihtiyaç duymaya başladı, acaba, diyorum. Gıda sektörü medyayla elele verip sağlıklıyı aşağılasa, sağlıksızı yüceltse, halk sağlıksız olanı sağlıklı diye düşünerek tüketse, sonra hastanelerde yeni branşlar açılsa, doktorlar işsiz kalmasa… Gider bu döngü.
Bu ülkede hala margarinin sağlıklı olduğunu düşünenler var. Türk Kalp Vakfı hala Becel’e destek veriyor, beni bunları düşünmekten alıkoyacak olan ne? Margarin denen şey plastik ulan! Fırat Gri Boru’yu eritip yer misin?
Derya Baykal! Sözüm sana, Sarıkız’a kurban ol sen.
Sonra bunları üreten firmalar, en önemli ambalaj üreticileri olan Tetrapak’la elele verip “sokak sütü içmeyin, çok pis” diye yaygara yapıyorlar. Haksızlıktır, vahşice bir saldırıdır bu. İnsani kalıplara uyan eleştiriler değil, hakarete varan suçlamalar yöneltiliyor. Bunu daha önce tavuk firmaları da yaptı, bilgisayar firmaları da yaptı. Çirkinleşmeyin.
Bu ülkede rakibi aşağılayarak reklâm yapmak yasak değil mi? Yoksa bu kanun da mı adamına göre şekilleniyor? Rakip dişliyse dokunma, sesini çıkaramayacak kadar zayıfsa yüklen yüklenebildiğin kadar. Türkiye için kişiselleştirilmiş adalet sistemi, tebrikler. Aşağıdaki Faruken Bayraktare imzalı Sütaş karikatürü, konuyu özetliyor sanırım. Bu kadar adice saldırılmaz.
Temmuz 2009, İstanbul