“21. yüzyıl ile birlikte, insanın evrim sürecinde bir kavşak noktasına gelindi. Doğal seleksiyon, yani en güçlünün, en akıllının ve en hızlının daha fazla üreme imkânı bulduğu ve insanın mükemmel niteliklerinin gözetildiği bu süreç, artık daha farklı nitelikleri öne çıkarmaya başladı.
Zamanın pek çok bilim kurgusu, daha modernize olmuş, zeki bir gelecek hayal eder. Ama zaman geçtikçe, olaylar tam aksi yönde gelişmeye başladı. Büyük bir zekâ gerilemesi.
Bu nasıl oldu?
Evrim muhakkak zeki olanı ödüllendirecek diye bir kaide yok. Fazlalıkları budayacak doğal bir avcı olmadığı için evrim süreci, en fazla üreyeni ödüllendirmeye başladı. Ve zeki olanları, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı.”
[Idiocracy, intro]
Sürekli film noir izlemekten sıkıldığını fark ettiğim ruhuma aslında şimdilik çok iyi gittiğimizi ispat edebilmek için distopya konulu filmlere ve kitaplara sardım bu sıralar. En azından bugün kötünün iyisini yaşadığımızı düşünüp mutlu olabiliyorum. Google henüz 1984′ün Big Brother’ı kadar güçlü değil. Güçlüyse de henüz bunu bize çaktırmıyor. Şimdilik motorlu taşıtlar üretmekle meşgul olan Ford, bir Brave New World hazırlamadı bize.
Neyse konumuz bunlar değil. Konu, Idiocracy. Mükemmel bir konunun son derece sıradan bir kurgu ve oyunculukla harcandığı, buna rağmen yerinde esprileriyle bir miktar eğlenceli olmayı ve izleyiciyi kısmen düşündürebilmeyi başarabilen bir distopik komedi filmi olmuş Idiocracy. Başarılı bir film demiyorum, ama hikâye çok başarılı. ABD’de geçiyor olsa da tarihten aldığı gücü bir kenara bırakıp dandik bir New York taklidi olmaya çalışan İstanbul için de son derece uygun.
Yaygın olarak bilinen şey, geleceğin çok daha güzel, teknolojik yeniliklerle dolu ve özgür bir dünya olacağı üzerinedir. Ancak bu film, ne ütopik bilim kurgu gibi bizi süper bir geleceğin beklediğini söylüyor, ne de distopik bilim kurgu gibi gelecekte dünyanın içine düşeceği boktan durumu “uyanın gafiller!” ciddiyetiyle bize anlatmaya çalışıyor. Güldürüyor sadece. Veya güldürüyormuş gibi yapıp “uyan len eşek!” diyor şakayla karışık.
Film Müslüman bir senaristin elinden çıkmış olsa, adamın tüm hayatını kıyamet alametlerini ezberleyip senaryolaştırmaya harcadığını düşüneceğim. Ama ister kıyamet alametlerine inanın, ister evrime inanın, isterseniz açıp biraz televizyon seyredin, bu filmin yerden göğe kadar haklı olduğunu ve bizi ağlanacak halimize güldürdüğünü anlarsınız.
500 yıl sonra nasıl bir yer olacak dünya? Tahsilli, kariyerine önem veren, zekâ ve kültür seviyesi yüksek insanların çoğalma hızıyla “leloloy İstanbul’un daşı dopraa altındır ha, goşun la!” çığlıklarıyla 4 karısını, 34 çocuğunu yanına alıp İstanbul’a doluşanların çoğalma hızını karşılaştırın.
Aptal, eğitimsiz ve seksi kadınların “seksi sanatçı, seksi manken” olarak, aptal, eğitimsiz ve tipsiz kadınların da fındık kadar beyinlerinin ürettiği üç gram fikri İsviçreli bilim adamlarından daha büyük bir heyecanla insanlara anlatmaya çalıştıklarını biliyorsunuz.
Aynı şekilde, sıradan bir vatandaşın yapabileceği herhangi bir işte asla başarılı olamayacak olan aptal ve eğitimsiz erkeklerin de bir futbol maçını haftalarca tartışmak üzere ekranlarda boy gösterdiğini biliyorsunuz.
Siyaset dünyasına diyecek bir söz bulunamaz zaten. Onları birkaç cümlede tanımlayabilene ödül verilmeli.
Topluma bir şeyler katacak yeteneğe sahip olan herhangi bir genç üniversiteyi bitirdikten sonra nasıl geçineceğini düşünürken, hayatta bildiği tek şey futbol oynamak olan varoş delikanlısının o gencin karşısına çıkıp ekonomik özgürlüğün verdiği güçle ahkâm kestiğini biliyorsunuz.
Erkekliği ve nüfusuyla övünebilmek için işi gücü bırakıp tavşan gibi çoğalmaya bakan aşiretlerden çıkan şarkıcı-türkücü bozmalarının mera kültürünü İstanbul’a taşımakla gurur duyduğunu biliyorsunuz.
16 yaşından beri yattığı erkeklerin şeceresini tutup fantezilerini yazan Melissa Panarello’nun kitabı “bestseller” olurken herhangi bir ciddi yazarın söylediklerinin “ne diyo bu yeaa” tepkisiyle karşılaştığını biliyorsunuz.
Başarısız seks görüntülerini başarılı bir porno film olarak pazarlayan Paris Hilton’un Türkiye’ye geldiğinde bir kraliçe gibi karşılandığını gördünüz.
Yıldızı bir diziyle parlayan Josh Holloway’in Türkiye’ye geldiğinde oyunculuğuyla değil fiziğiyle dillere düştüğünü ve ismi malum kadın gazetecimizin basın toplantısına girerken “fuck me Josh” çığlıkları attığını gördünüz.
“Ben karşının taksisiyim, bilmem buraları” diyen taksiciyi ikna edip arabasına binin. Onun bir ekonomist, bir teknik direktör, bir futbol hakemi, bir potansiyel başbakan, bir edebiyatçı, bir eğitimci, trafik kurallarının gerçek kanunisi olduğunu göreceksiniz. O sadece yolları bilmez ama bunca şeyi bilen adama yolu da siz tarif edin, nedir yani?
50 yıl önceki İstanbul ve şimdiki İstanbul’u karşılaştırarak zarafet, kibarlık, insan kalitesini ölçün.
50 yıl öncesinin ünlüleriyle şimdinin ünlülerini karşılaştırın. İstanbul’da gelecek neslin büyük çoğunluğunu yetiştiren mahalle teyzelerinden akıllarına gelen ilk “ünlü ve başarılı” ismi söylemelerini isteyin. Hülya Avşar ve türevlerinden mi bahsedecekler yoksa herhangi bir yazarın, sanatçının ismini mi verecekler?
Firmaların reklâm manyaklığının nereye kadar uzandığına dikkat edin. Bu yazıyı okurken yerinizden kalkmadan çevrenize bir bakın ve gördüğünüz markaları, logoları sayın.
Herhangi bir çağrı merkezini aradığınızda istediğiniz işlemi yapabilmek için kaç tuşa basmanız gerektiğini düşünün.
Düşünün, daha birçok şey var. Kalabalıklar aptaldır, bu eskiden beri bilinen bir gerçek. Bir toplumda insan sayısı arttıkça zekâ ortalaması düşecektir. Hele ki İstanbul gibi 35 kişilik ailelerin göçleriyle kalabalıklaşan bir şehirde, zekâ ortalamasının daha hızlı düşmesi kaçınılmaz bir sonuç.
Filme dönersek, tüm gerçeklerin kaçınılmaz sonucu olan toplu aptallığı, izleyiciyi ağlatmamak için güldürmeyi planlayarak esprili ve abartılı bir şekilde anlatmış. Tamam, filmdeki sahneler fazlasıyla abartılı görünüyorlar. Ancak sadece bugün, aptal dediğimizde aklımıza ağzından salyalar akan, pantolonunu toplayamayan geri zekâlılar gelmiyor. Peki, her aptal kendinden daha aptal bir nesil yetiştirdiğinde ne olacak?
Maaşından ve hayatından bıkmış öğretmenlerin cetvelle yola getirdiği nesilden, gelecekte nasıl öğretmenler çıkar? Sabah çay içip Seda Sayan izleyen, akşam çekirdek çitleyip dizi izleyen bir kadın nasıl bir çocuk yetiştirir? Kitap yerine medyanın sunduklarını öğrenen, psikolojik savaşı bu nedenle daha en başında kaybettiği için medyanın dayattığını kendi fikirleri sanan bir toplumdan doğacak olan yeni nesil nasıl bir şey olur?
Filmin her karesi, temelleri bugünden atılmış olan aptallıklarla dolu. Dev ekran televizyonda yayınlanmakta olan programı reklamlardan arta kalan küçük bir alanda izleyen bir izleyicinin, bugün pop-up reklamlar arasında boğulmuş bir internet sitesinde aradığını bulmaya çalışan bir internet kullanıcısından farkı nedir ki?
Bugün şehirdeki her boş duvar reklam panosu olarak kullanılıyorsa, caddelerde 20 metrede bir raket reklamlar varsa, sponsoru olmayan sporcular, sanatçılar kendilerini ifade etmeye bile fırsat bulamıyorsa, gelecekte neden devlet başkanı da kürsüsüne reklam almasın? Maliye bakanı babalar gibi satarsa, cumhurbaşkanı da babalar gibi reklam yapar, kim karışır?
Düşünün, yapımcı o kadar aptal göstermiş ki halkı, en çok izlenen program olarak “Ow My Balls” diye bir programı uygun görmüş bu aptallığa. Romanstar’ın izlendiği bir ülkede bu program bugün yayınlansa izlenme rekorları kırar.
Adam diyor ki, “Joe yardım umuduyla sokaklarda dolaştı. Ama İngilizce lisanı bozularak taşralı, vadi kızı, şehir argosu ve çeşitli homurtuların karışımı haline gelmişti.”
-Zat-ı şahaneleriniz nasıllar efendim?
-Sağlığınıza duacıyız efendim.
—–
-Naber lan yarraaam?
-İyidir kanka senden naber?
İki diyalog arasında ne fark var? 100 yıl önceki gibi konuşursanız gülerler, “ahah ibne misin lan niye yavşak yavşak konuşuyon?” derler. Tıpkı Joe’ya söyledikleri gibi.
Emir’in geçen gün yazdığı gibi, çağrı merkezi diyalogları hayatımızdaki yerlerini genişletecekler ve bunu anlamayacağız. Robotlarla ve robotlaşmış çağrı merkezi personeliyle konuşmaya o kadar alışacağız ki, bir gün hizmet sektörleri tamamen robotlaştığında biz çoktan buna hazırlanmış olacağız.
Devlet kendine sponsor bulmayacak, sınırları global şirketler çizecek. Ve onlar bize ne satarsa onu alacağız. Bugün de onlara hizmet etmiyor musunuz ortalama bir şirkette çok para kazanmak yerine küresel bir holdingde az para kazanmayı tercih ederek?
Reklamlar mı kaba geldi size bu filmde? Birkaç yıl öncesine kadar size kibarca ürününü tarif eden firmalar bugün “Patlıcanla patlıcan, kaçırma gel kazan!” gibi cümlelerle hitap etmiyorlar mı? Reklamlarında müşterisine “siz” diyen firma kaldı mı? Bu hitap şekli 10 yılda bu kadar değiştiyse, 500 yıl sonra neden “if you don’t smoke Tarrlytons, fuck you!” cümlesi kullanılmasın ki?
Bu filmde, ülkedeki 1 numaralı filmin ismi şuymuş: Göt! Biz o kadar beklemedik, bugün vizyondaki filmimizin adı, O… Çocukları! Göt adlı filmde herkes oturup 90 dakika boyunca bir kıç seyreder, osurdukça gülermiş. Bizde de o kıçtan pek farklı olmayan bir karakter, Recep İvedik izlenme rekorları kırdı, osurdukça güldüler.
Rita: Sence Einstein herkesin çok salak olduğunu mu düşünüyordu?
Joe: Evet, bak bunu hiç düşünmemiştim.
Rita: O bombayı niye yaptığı şimdi anlaşılıyor.
Bu filmi izlerken önce çok abarttıklarını düşündüm. Sonra medyaya bir göz attım, insanların nelerle ilgilendiğine baktım ve anladım ki, biz o 500 yıllık ilerlemeyi tamamlayalı çok olmuş.
Ağustos 2008, İstanbul